Hiç düşündünüz mü dünyada yaşanmakta olan STEM (Science, Technology, Engineering ve Math; Bilim, Teknoloji, Mühendislik ve Matematik) devrimi belki yaş itibariyle sizinkini değil ama çocuklarınızın hayatını nasıl etkileyecek?
1973 yılında ABD’nin bastığı Dolar’a karşılık altın rezervi tutma zorunluluğu ortadan kalktıktan sonra artan suni refah ve başkan Reagan’la esen popüler kültür rüzgarının dayattığı tüketme hatta çılgınca tüketme zorunluluğu… Demir perdenin düşmesi sonucu kazanan!! tarafın adına küreselleşme diyerek sorgusuz sualsiz bir anda dünyanın tamamının her türlü mal ve kavram için “Pazar” haline getirişi…
Sonrasında 90’ların ortası hatta 2000’lere kadar çok da elle tutulur bir bilimsel gelişme olmamasına rağmen, 2000’li yıllar ilerledikçe ardı ardına gelen inanılması güç gelişmeler.
Yapay zeka, bioteknoloji, AR, VR, Mars’a gitme çalışmaları, Roket bilimindeki zıplama, sürücüsüz – otonom araçlar, kuantum, IoT şeylerin interneti, 5G, laboratuvarda üretilen etsiz etler, robotlar, bulut teknolojisi ve daha aklımıza gelmeyen daha önce bıraktığı etki itibariyle eşdeğerinin ortaya çıkması 300 yıl sürmüş gelişmelerin 10 yıl içinde literatüre girmesi.
Literatür dedik, hayatımıza demedik… Yazım hatası değil. Çünkü bu gelişmelerin pek çoğu henüz üzerinde yaşadığımız ülkemizin gündemine, dolayısıyla da hayatımıza girmedi.
Ama bizim günlük hayatımıza girmemesi, olmadıklarına ya da her birinin sadece teorik olarak var olması anlamına gelmiyor. Bugün Arizona çöllerinde otonom kamyonlar cirit atıyor. Florida’daki Cape Canaveral uzay üssünden SpaceX’in “dikine inip” kalkan Mars roketleri havalanıyor, etsiz et üreticisi firmalar 5 milyar $ yatırım alıyor, araba katalogları AR uygulamaları ile hazırlanıyor vb.
Bir süre sonra tıpkı cep telefonlarında olduğu gibi bizim ülkemizde de bir anda raflarda yerini alacak ve bizler sadece belli kısımlarını kullanabildiğimiz bu teknolojilerin tamamı için üreticilere çuvalla paraları dökeceğiz. Bu teknolojik gelişmelerin yarattığı sosyo – kültürel gelişme/ bozulma ya da her ne derseniz deyin başka bir yazı konusu. Ama işin teknoloji – nihai ürün- çuvalla para dökme ve domates üretimi meselesi bu yazının konusu.
Kaynakları doğru akıtır, çok çalışır ve maymun iştahı ile her şeye değil de belli alanlara odaklanırsak az da olsa elipsi çembere çevirme şansımız var. Aksi taktirde “coğrafya kaderdir” afişinin önünde ağlayarak oturacağız.
Eğer büyük devlet ve şirketlerin her yaptıklarını bilinçli ve bir program dahilinde yaptıklarına inanıyorsak, yaptıklarını takip edip doğru yorumlayarak da nereye doğru gidildiğini “anlama “şansımız var. Bunun için komplo teorisi üretmemize gerek yok, açıp patent veri tabanlarını takip etmemiz yeterli. Diyebilirsiniz ki, “her yapılan patentle korunuyor mu? Bazı şeyler de gizli kalmıyor mu?”
Batılı uzmanların ifadesidir; dünyadaki teknik bilginin %80’i patent dokümanlarında. Biz de diyoruz ki, önce patentle korunmakta olan teknolojinin geldiği yeri ve ortaya çıkarttığı – çıkartacağı ürün / teknolojiyi bir anlayalım. Önce bu bilgiye vakıf olalım, trendleri izleyelim, nereye nasıl gidiliyor anlayalım. Bu kültür ülkenin bütün politikalarını belirleyen devlet kurumlarında yerleşsin. Sonra gelecekte belirleyici olacağını düşündüğümüz 3-5 alana uzman, para ve kaynak ayırıp yoğunlaşalım.
Biz de STEM kaynaklı bir şeylerin merkezi haline gelelim. Ahir ömrümüzü teknolojiye karşı sayısı her gün giderek artan sayıda kamyonla domates vererek geçiremeyiz. Hatta bu durumun sonuna geldik.
Aksi taktirde bize bolluk ve bereket getireceği anlatılıp durulan teknoloji rüzgarı, geçtiği yerde hayat bırakmayan nükleer bulut şeklinde üstümüzden geçecek.
Dubai’yi yaratan Emir’e sorarlar:
“Sizde de petrol var neden bu şekilde bir turizm, finans, teknoloji, lojistik vb. merkezi olmaya çalışıyorsunuz?
Dedem deveye binerdi, ben arabaya biniyorum, oğlum uçağa binecek. Ama onun oğlu arabaya, torunu da deveye binecek bunu farkındayım o nedenle bu kadar uğraşıyorum” der.
Dubai’de nüfus küçük, para bol ve kontrolü kolay kabul ediyoruz. Ama bu vizyon bizim ders almamız gereken vizyondur, çok acımasız ama çok gerçektir. Her şeyi akışına bırakmamız halinde, -coğrafi konumumuz göz önüne alındığında- bizim için sonucu açlığın ötesinde yerinden yurdundan olmakla bitecektir.O gün geldiğinde betonun yenmediğine ikna olacağız.