Ben çocukken başka türlü bir dünyada başka türlü yaşayıp giden bir ülkenin başka türlü çocuklarıydık. Bilgisayar, tablet vb. bir tarafa evlerde telefon bile yoktu.
Sık sık birbirimizin evlerine gider çizgi roman, kitap falan okur oyunlar oynardık. Annelerimiz bize börek, kek, poğaça falan yapar bunları süt ya da çay eşliğinde afiyetle yerdik.
En sevdiğimiz şeylerden birisi, çeşitli semtlerde kurulan pazarlardan alınan değişik şekillerdeki bisküvileri çaya batırıp yemekti. Neden bilmem hemen hemen bütün piyasaya hakim (hadi İstanbul diyelim) 2 bisküvi markasının standart birkaç ürünü vardı ve bakkallarda sadece bunlar olurdu.
Bu nedenle de değişik şekillere sahip bisküviler çok fena şekilde cazip gelirdi bize. Torbanın dibini görene kadar da durmazdık. Torba dedim, çünkü bu pazardan alınan bisküviler ambalajlı değil “açık” tabir edilen şekilde satılırdı. Büyük kutular içinde tezgaha getirilir, kilo hesabı satılırlardı.
Bütün bunları niye anlattım? Çünkü aşağıda yer alan video beni o günlere, neredeyse 40 yıl öncesine götürdü.
Bana bu nostaljik hisleri yaşatan video aynı zamanda şimdiki “Modern” zamanlar için de bir pazarlama dersi gibi sanki. Meşhur içgörü (insight), Ar-Ge, inovasyon, endüstriyel tasarım, patent vb. pek çok kavramı içinde barındıran aynı zamanda da tanımlayan bir sanat eseri gibi.
Pek çok girişimci, şirket, işletme bir ürün ya da hizmetini tüketicinin önüne çıkartırken aslında çok enteresan bir şekilde onu satın alacak kişilerin ne düşünebileceğini pek de umursamıyor.
Daha çok odaklandıkları şey gördüğüm kadarıyla şu: En kısa sürede en az maliyetle en çok nasıl para kazanırım. Kağıt üzerinde doğru gibi görünüyor değil mi?
Değil!
Eğer adınız Henry Ford ve takvimler 1900’lerin başını gösteriyorsa sorun yok, yol doğru. Ama size kötü bir haberim var: Yıl 2010 küsür. İnternet icat oldu, mal ve hizmetlerin önündeki sınırlar kalktı ve mertlik bozuldu. Artık her ne satıyorsanız rakibiniz yan dükkan, arka mahalledeki ya da başka bir semtteki değil. Rakibiniz Çin’de, Malezya’da, ABD’de hatta kim ya da nerede bile olduğunu bilmediğiniz biri.
Peki ne yapacağız? Aslında basit ama bir o kadar da zor ve sıkıntılı. Çünkü sürekli ama sürekli devam ettirmeniz gereken bir durumdan ibaret çözüm.
Tüketici bu ürün ya da hizmetle ilgili ne ister, ne istemekte ve yarın ne isteyebilir? Sorusuna sürekli ve düzenli kafa yormaktan geçiyor. Mükemmelliyetçilik ya da detaycılık vb. sıfatlarla yargılanabilirsiniz. Ama inanın bana ilgisi yok. Zaman “ben bunu yaptım, nasısa alan biri çıkar” zamanı değil. Mutlaka alan biri de çıkacaktır. Zaman belli bir konuda belli bir ihtiyacı, beklentisi olan bir grup insanı bulabilme zamanı. (Bkz. Getir…)
Ama bir defa satalım, voliyi vuralım çekip gidelim durumunuz yoksa ve süreklilik gerektiriyorsa sattığınız şey hayatınıza girmesi gereken kavramlar belli ve çok net. Ar-ge, patent, marka, tasarım, araştırma, Ür-ge, veri, inovasyon…
Belki siz de tecrübelerinize ve yaşamakta olduklarınıza istinaden ekleme yaparsınız.